Istanbul'34
Bir varmış bir yokmuş… Dünya adlı bir gezegende dillere destan güzellikte bir yer varmış. Bu düşler diyarında aşıkları buluşturan güzel bir köprü, hayallere mesken olan büyülü bahçeler, bakan kişide hayranlık uyandıran eserler, kalbinizi heyecanla dolduran mimari eserler ve ruhunuza işleyen kaçamak yerler varmış. Her yudumda sanat kokan, sokaklarını adımlarken insanı var olduğuna şükrettiren bir hava esermiş. Orada yaşayan herkes mutluymuş. Niyet etmeyi, kendilerine dur demeyi, başkalarını mutlu edebilmek için iç huzur ve özgüvenlerini tazelemeyi ve küçük şeylerle mutlu olabilmeyi bilen kendileriyle barışık insanlar varmış. Gökyüzü her zaman güneşli, rüzgâr her zaman umut doluymuş.
Günlerden bir gün bu güzellikler diyarına açgözlü insanlar uğramış. Bolluklar ülkesine yaptıkları göç esnasında soluklanmak için yerli halkın kapılarını çalmışlar. O güne dek “güvensizlik” nedir bilmeyen yerli melekler Tanrı misafirlerini hemen buyur etmişler. Ellerindeki, kalplerindeki güzellikleri onları kendilerinden ayırmadan sunmuş, onlarla paylaşmışlar. Aslında geceleyip oradan ayrılacak Tanrı misafirleri bu güzellikler, sıcak karşılama ve ısrarlara dayanamayarak bir müddet daha burada kalmaya razı olmuşlar. Her şey mükemmelmiş. Yerli melekler daha geniş bir aile olmanın neşesini sürdüredursun, açgözlüler hep içten içe kıskanmışlar onların bu barış dolu hayatlarını. Derken neden kendi diyarlarının da böylesine güzel ve kusursuz olmadığından şikâyet eder, toplaşıp bunu tartışıp, bilenip huzursuzluk çıkarır olmuşlar.
Paylaşmayı hayatın güzelliği olarak addeden yerli melekler çok geçmeden sömürüldüklerini, paylaşmanın aksine açgözlülere hizmet edip ellerinde avuçlarında ne varsa onlara verdiklerinin farkına varmışlar. Aralarında konuştukça herkesin bunu yaşadığına şahit olmuşlar. Beklemişler bir süre, her şey düzelir diye ama bu iyi niyetli bekleyişlerinin boşuna olduğunu anlamışlar sonunda. Rüzgâr artık eskisi gibi umut dolu, bahçeler meyve dolu ve mis kokulu değilmiş. Ve en korkuncu da zaman geçtikçe açgözlüler gitmeye yeltenmiyor, aksine yerleşiyorlarmış. Bu tartışmalar yerli melekleri huzursuz ve mutsuz etmeye, gitgide diğerlerine benzemeye mahkûm etmiş. Sonunda açgözlüler gitmiş Bolluklar diyarına, herkes mutlu olmuş ve yeniden eskiye dönülmüş.
Tabii ki böyle olmamış. Uyanıp bir etrafınıza bakar mısınız? Her yer açgözlü dolu. Özünüzde olduğunuz kişiden farklılaştırıldınız. İyi niyetiniz suiistimal edildi, güven problemi yaşar oldunuz. Artık etrafınızdaki güzelliklerin farkına varamaz, hep daha fazlasını isteyen doyumsuz ve mutsuz biri oldunuz. Kendinizi tanıyamaz oldunuz.
Evet, Siz de bir açgözlü oldunuz!
Özgür ruhunuz hapsedildi, kalbiniz telaşa verildi… Bakmakla görmek arasındaki farkı anlayamaz oldunuz, köreldiniz! Söyler misiniz kaçınız işe giderken keyif aldığınız bir müzik açıp hayata tebessüm ediyorsunuz? Kaçınız boğazın büyüleyici esintisini derin bir nefes alarak içine işlemesine fırsat buluyor vapura bindiğinde? Yoksa Siz vapurda iyi yer kapmak, inerken kapıya yakın olsun diye düşünerek anın tadını çıkarmayı unutanlardan mısınız?
Elimizdekilerin farkına varıp, kendimize gelmezsek bir bakmışız yerli melekeler gibi kendimize ve vatanımıza yabancılaştırılmış olacağız. Sakın yanlış anlaşılmasın! Hiç birimiz melek değiliz. Hala bu şehirde nefes alabiliyorsak değiliz en azından.
Bu hikâyenin hangi tarafında olduğunu bilmiyorum; bu işin doğrusunu ve ya yanlışını da… Tek düşüncem artık kendine dönmelisin. Derinlere gömdüğün kalbin seni çok özledi çünkü…
Görüşmek dileğiyle…
hakkaten "hep daha fazlasını istememenin" artık günümüz dünyasında yeri olmadığını biliyorum. bu yazıyı okumadan önce farkedemediğimse şuydu ki, ben sanki zaten öyle olması gerekiyormuş da öteki türlüsü salaklıkmış gibi düşünmeye başlamıştım. ve bu güne kadar "gözümü açamadığım" için kendime kızıyordum. halbuki bunun uyanıklıkla ve günümüze adapte olmakla hiç alakası yokmuş bu sadece doyumsuzlukmuş... thanks A. :)
YanıtlaSil